Rüzgâra Bırakabilir Misin Kendini?
Montaigne okuyorum. Denemelerinden bazı cümleleri not alıyorum. Üzerinde düşündüğüm cümle: “Rotası olmayan gemiye hiçbir rüzgârın faydası olmaz.”
Bunun hikayesini yazacağım...
Balkonda baharın çiçek kokulu esintisini hissediyor içinde, ciğerlerinde, gönlünde... Yelkenli gibi götürdüğü yere gitmek istiyor, kontrolünde olmayan... Özgürlüğüne açılan kapıdan geçmeli... Kendini bırakmalı rüzgâra, savrulmalı ordan oraya...
Kapının örtülmesiyle uyandım. Gerinerek kalktım. Yatağın başucunda terliklerim, hazır ve nazır beni bekliyor. Şeker kavanozunu düzeltiyorum mutfakta, çayı koymadan önce. Duşa girdim. Bornozum üstümde saçlarımı havluyla iyice kuruladım ve arkaya tarayarak sıkı sıkı tokaladım. Yüz ve göz kremlerimi hafif hafif masajlarla sürüyorum her sabah olduğu gibi. Raftaki yerlerine koydum. Onun açık bıraktığı diş macununu, tıraş köpüğünü kapatıyorum. Havlusunu olması gerektiği gibi yeniden asıyorum. Klozeti kapatıp çorapları kirli torbasına koyuyorum. Gözüme takılmamaları için her şey yerli yerinde olmalı. Dağınıklıkta çalışamıyorum. Rahat şeyler giyeyim; bol bir kazak ve pantalon. Çarşafları çırptım, köşelerinden çekiştirerek pürüzsüz yaydım. Yatak örtüsünü örttüm... Mısır gevreği ve sütle kahvaltımı yapıp çayımla çalışma odama geçtim. Önce koltuğa oturdum ki gazetelere göz atayım. Sıkıcı, şiddet dolu sayfaları hızlıca çevirdim. Okuyacak fazla bir şey yok. Her birini düzgünce katlayıp sehpaya koydum.
Masamdayım. Hepsinin ucu açık kalemlerim ve kâğıtlarım sağ köşede, yerli yerinde. Yazdıklarımı basılı halde okumayı seviyorum. Klâsik. Ekranın başında dün gece yazdığım üç satıra bakıyorum, bakıyorum. Böyle bir özgürlük hikayesi yazmaya niye başladım ki?
Her şeyin kontrolünde olmasını isteyen ben, şimdi oturmuş bunu mu yazacağım?
Bu düşünceler çoşkuyla doldurdu yüreğini. Balkondan içeri girdi. Hemen sırt çantasını hazırlamaya başladı. Biriktirdiği nakit paraları, fotoğraf makinasını, şapkasını aldı. En rahat pantolununu ve üç tişört üst üste giyip kalınca uzun hırkasını da geçirdi sırtına. En sevdiği yöntemdi bu, lahana gibi giyinmek. Belirsiz, beklenmeyen hava şartlarına göre çıkarır veya tekrar giyersin. Yedek tişört, çorap ve çamaşırını, çakı, el feneri, iki konserve kutusu ve açacağını da ekledi çantasına. Evden çıkıp otobüs terminaline gitti. Vardığında panodaki şehir isimlerine şaşkın bakıyordu. En azından yönüne karar vermeliydi. Bahar günlerinde kuzey soğuktur, batıyı istemiyorum, ya doğu ya güney. Doğuya karar verdi. Hemen kalkacak bir otobüse biletini alıp koşarak perona gitti.
Plansız programsız hem de nereye gideceğini bilmeden yola çıkmak, asla yapamam bunu. Başka dünyalarda olmak, onu hayal etmek. İşte bunun için yazıyorum. Yazarak düşünmek istiyorum.
Yanında oturan yaşlıca ve kilolu bir kadın hemen sohbete girmişti, daha doğrusu konuşmaya... Sürekli anlatıyordu, oğlunu, gelinini, kızını, komşularını... Bu kadar mı dili şişmiş, bu kadar mı yalnız, diye düşündü. Cümlelerinden yalnız yaşamadığını anladı, iyice şaşırdı. Konuşmayı seven biriydi demek ki; kendinin aksine. Kadın anlatıyor, arasıra kafasını sallıyor ama onu dinlemiyordu. Bir süre sonra uyuyacağını hayal ediyordu.
Kulaklıklarımı takıp kitabımı elime aldığımda ister istemez susar. Ben olsam böyle yapardım.
Düşündüğü gibi de oldu. Hırkasını çıkarıp boynuna destek yaptı ve gözlerini kapattı. Rahat ve derin olmasa da uyumuştu. Sabahın ilk ışıklarıyla son durağa geldiler. Kadının inmesine yardımcı oldu. Israrla evine çağırıyordu. Rüzgâr bu tarafa çekiyor, diye düşündü. Kabul etti, damadı karşılamaya gelmişti.
Aman, aman... Doğunun bir şehrinde tanımadığım bir kadının evine gideceğim, olacak şey değil, ne oturabilirim, ne bir şey yiyebilirim... Nasıl döşenmiştir, temiz midir, hangi bezle nereyi silmişlerdir, kabus gibi.
Sedirlerin, dantelli örtülerle süslenmiş sert minderlerin olduğu genişçe bir salona buyur ettiler. Köşede iki yer sofrasından nefis kokular geliyordu. Oldukça kalabalık bir aile olduğu anlaşılıyordu. Banyoyu sordu, yeşil, zeytinyağlı sabunla elini yüzünü yıkadı. Kapı tıklatılıyordu, açtı, kapkara gözlü küçük bir kız çocuğu ona havlu getirmişti. Gülümseyerek aldı, kurulandı. Sedirde ayaklarını uzatıp oturarak dışardaki büyük bahçeyi izlemeye başladı. Evde diğer yaşayanlar, dört çocuk, iki genç kadın ve iki erkek geldi. Her biri hafifçe başlarını eğerek sağ elleri göğüslerinde “hoşgeldiniz” demişti. Çocuklar ve kadınlar ikinci sofraya yönlendi. Onları izledi önce. Erkekler bağdaş kurup oturmuştu. Kadınlar iki dizini aynı tarafa kıvırdı, sofranın altındaki örtüyü dizlerine çekti. Bağdaş kurmayı tercih etti. Bakır taslara kırmızı domates, yemyeşil sivri biberler, sütlü kaymak, bal ve peynirler konulmuştu.
Masa sandalye icadı oraya ulaşmamış. Hiç sağlıklı değil. Eller aynı kaba uzanacak, herkes ortadan yiyecek... Kesinlikle evdekiler aynı anda hastalanıyordur.
Yine sürekli hanımağa konuşuyordu, artık emir cümleleri kullanmaya başlamıştı. Mis gibi bazlama içine tereyağ ve tulum peyniri koyup afiyetle yedi. Çayını içerken meraklı bakışları, soruları yanıtladı. Adının Zeynep olduğunu söyledi, fotoğraf merakını anlattı. Okuduğu bölümü hiç duymamışlardı, açıklamaya çalıştı. Kızı ve oğluyla hep beraber bu konakta oturulduğunu, baba mesleğine devam edildiğini öğrendi. Sofranın altındaki örtünün üretildiği dokuma tezgâhlarının bulunduğu fabrikayı görmek istedi. Kahvaltıdan sonra evin erkekleriyle gitti. Bu tozlu ortamda nasıl çalışıyorlardı? Ayrılmadan önce en beğendiği renkte bir örtü hediye edildi. Severek kabul etti. Yolu sorup müzeye gitmek üzere çıktı. İki katlı beyaz boyalı, ahşap kirişleri bulunan eski bir konak müze yapılmıştı. Büyük değildi. İnceleyeceği fazla obje olmadığını gördü. Benzeri bir çok evin önünden geçerek hanımağanın evini kolayca buldu. Elini öptü. Teşekkür etti. Sırt çantasını alıp tekrar yollara düştü. Sokaklarda yürürken, esnaflarla sohbet ederken ve şehir tanıtım kitapçığından öğrenmişti, yakında bulunan gölü... Görmeye gidecekti.
Bu hikaye nereye gidiyor? Sonunu düşünmelisin, kahramanın gibi olma. Gölde bir ceset görsün, polisler gelsin, derdini anlatamasın, üstüne kalsın... Ya da yatacak kapalı bir yer yokmuş, açık havada geceyi geçirsin, acaip sesler duysun... Biriyle tanışsın, yola beraber devam etsinler... Eve geri dönsün... Başka, başka... Basmakalıp olmayan... Kalktım, odayı adımlıyor, düşünüyorum. Ara vermeye karar verdim. Mutfağa gidip kendime bir kahve yaptım, salona geçtim. Mozart dinleyeceğim, matematiksel ritmi zihnimi açar. Hikayeyi düşünmemeye çalışıyorum, ancak mümkün değil. Kendini onun yerine koymalısın. Nasıl bir kadın bu? Geçmişi ne? Maceraperest mi? Neden birdenbire karar verip attı kendini sokaklara? Kaçıyor mu geçmişinden, yaptığı hatalardan? Dışarda ne bulabilir ki?
Bundan sonra ne olacak ki yazmama değsin? Vazgeçeyim, bir kenara koyayım bu taslağı...
Ya da geçeyim tekrar başına, Zeynep neler yazdıracak bana görelim.
Şehirden uzaklaştıkça ağaçlar artıyordu. Yeşilin tonlarını gördükçe ferahlıyordu. Acele etmeden otların arasındaki çeşit çeşit çiçeklere, mantarlara bakıyor, fotoğraflarını çekiyor, bayırı tırmanıyordu. Terlemeye başlamış, önce hırkasını beline bağlamış sonra tişörtleri teke indirmişti. En tepeye vardığından bir taşın üzerine oturdu, su içti. Şehri izledi bir süre. Arkasındaki göl manzarasına döndü. Nasıl bir renkti bu? Mavi değil yeşil değil... Ağaçlar seyrekleşmiş göle yer açmışlardı sanki. Eğimin az olduğu rotayı çizdi kafasında. Kâh koşarak, kâh dikkatli yavaş küçük adımlarla sıkıca yan yan basarak indiğinde güneş tepelerin arkasına geçmişti. Suyunu içip çimlere sırtüstü yattı. Sessizliği dinliyordu. Uzun zamandır düşünmek istemedikleri, son patırtılı konuşmaları düştü aklına. Kalkıp oturdu göle girsem mi, dedi... Günlerce belki aylarca gözleri buluşmuştu. Son sınıf gezisinde, böyle yemyeşil kırlarda saklambaç oynarken elini tutmuştu. Aynı üniversitede okumaya karar vermişlerdi. İki sene süren güzel günler, kıskançlık nöbetleri ve gelecek planlarının farklılığıyla sonlanmıştı. Kapıyı çarpıp gittiğinde günler boyu evden çıkmadan ağlamış, ilaçlarla uyuyabilmişti. Bir süre uzaklaşmak istediğinden bu dönem eğitimini dondurmuştu.
Ben de hikayeyi yazmaya burada başladım.
Bunları yeniden düşünürken sakinliği ona olgunlaştığını söylüyordu. Doğayla başbaşa olmak... Onun dinginliğinden öğrenecekleri vardı. Hiç zorlama yok, boynunu uzatıveriyordu şu çiçek... Oradaki ağaca bak, nasıl da gövdesi eğrilmiş ama yaşamaya devam ediyor, yaprakları yemyeşil. Eğilmesine sebep olan her neyse o yok görünürlerde, onun hayatında...
Şehre döndü, düşüncelerini ve gezi notlarını yazmak için bir defter aldı. Kendine uygun fiyatlı otel buldu. Doğada başıboş gezinmeye karar vermişti. Yarın başka bir şehir, başka bir göl, nehir... Yanındaki parası bitene kadar... Otostopla geceleri yolculuk ederse daha uzun zaman yollarda olabilirdi. Ertesi akşam şehirlerarası yolun kenarında, başında şapkasını iyice geçirmiş, sağ kolu yana açık bekliyordu. Kırmızı bir kamyon durdu. Beyaz saçlı pos bıyıklı şöför babacan göründü ona. Kapı kolundan kendini yukarı çekerek bindi. Sırt çantasını sol yanına koydu, yüzüne bakarak “sağ olun” dedi. Şöför ise başını sallamakla yetindi.
Tacizci midir, manyak mıdır diye düşünmeden ilk durana hem de kamyona bindi. Her şey olabilir, gazetelerde neler okuyoruz. Üçüncü sayfalardan kesip biriktirdiğim küpürler geliyor gözümün önüne.
Dikiz aynasında nazar boncuğu, vites kolunda tespih asılıydı. Koltuğuna kilim sermişti. Muhtemelen çocuklarının resmiydi, güneşliğe sıkıştırılmıştı. Türküler çalıyordu radyoda. Uzun yol şöförlerinin eviydi bu küçük alan. Pek konuşkan olmaması hoşuna gitti.
Kamyonun durmasıyla uyandı, sarı ışıklar içinde bir tesisteydiler. “Yemek yiyip dinleneceğim, sen de in.” dedi. Tuvaletten sonra girdiği lokantada, kapıdan girene bakan yorgun ve meraklı erkek gözlerle karşılaştı. Bindiği kamyonun şöförünün el etmesiyle, kaldıkları yere geri döndüler; kimi sigara ve çay içmeye, kimi çorbasını kaşıklamaya... Oturdu, önüne gelenleri iştahla yedi.
Filmlerde görmüştüm, kamyoncuların dinlenme alanlarını. Bırak tuvaletini kullanmayı kapısından bile giremem. Kesin kusarım. Steril ortamlarda yaşayabiliyorum.
Masada konuşulanları dinliyordu. Parasızlık, ev özlemi kokuyordu kelimeler... Çocukların okulları, anne babanın sağlığı... Loto devretmiş, tuttuğu takım yine yenilmiş. Çaylar geldiğinde birer sigara tellendirildi. Tokluğun verdiği keyif yayılmıştı yüzlerine, kırışıklıkları derinleştiren. Hüzünlü geldi bu gülümseyen yüzler ona, yorgun, omuzlar öne eğik. Dişler sararmış, hatta bazıları eksik... Yoksulluğu iliklerine kadar hissetti. Hiç isyankâr halleri yoktu, kabulleniş mi, kadercilik mi? Dedesinin dediği gibi, yuvarlanıp gidiyorlardı.
- Kızım, nerden gelip nereye gidiyorsun?
- Dolaşıyorum.
- Gençlerde yeni moda mı bu?
- Modasını bilmem. Fotoğraf çekmek, doğada yürümek hoşuma gidiyor...
- Korkmuyor musun kız başına, yalnız?
- Neden korkacağım?
- Yiğitsin anlaşılan... Yolum uzun, Van’ a kadar gidiyorum.
- Sabah vardığımız yerde ineceğim.
- Yokuş aşağı inerken vitesi boşa alıp bırakırım... Amma velakin yol bellidir. Senin yolun yok be kızım... Rüzgâra kaptırmışın kendini...
Gülümseyerek “evet” dedi.
Yaşayarak öğrenmeye devam edecek. Sorgulama yok, sınırlama yok, sorumsuzca... Bana hiç benzemiyor bu Zeynep.
Necla Antep Aytuna
Mayıs 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder