Yazar: Thomas Bernhard
Kitabı: Mahzen (bir vazgeçiş)
Kitabı okuduğumda ilgimi çeken iki kavram üzerinde düşünelim istedim:
1. Yararlı olmak: Yaşamımızda bizi alıp götüren, değişmemizi sağlayan olaylar, kişiler veya kitaplar olabilir. Bu kitapta yazarımızın da ustasının “yararlı olmalısın” cümlesinden çok etkilendiğini görüyoruz. Beni de etkiledi, bunun gençlerimize anahtar kelime olabileceğini düşündüm. Nereye çekilirse oraya giden, popüler kültürle savrulan gençlerimize… Kahramanımız (aynı zamanda yazar) lisede okumanın yararsızlığına inanmış ve okuldan ayrılıp çıraklık yapmak üzere varoşlarda bir gıda dükkânına gitmiştir. Ustasından duyduğu, onun için sihirli olan bu cümleyle kendi enerjisini kullanmaya, dükkâna gelen müşterilerle ilişkilerinde kendini ortaya koymaya başlamıştır. Kendimizi keşfetmemiz için böyle sihirli sözcüklere ihtiyacımız var mı? Eğer varsa, “yararlı olmak” varlığımızın onaylanması bağlamında oldukça güçlü bir deyiş.
2. Yazdıklarım yalan: “Yazılan, yazanın doğruluk arzusuna uyan ama doğru olmayan bir şeyi belirtir, çünkü doğru kesinlikle aktarılamaz... Doğruya sadık bir şeyler betimliyoruz... Yazdığım her şey, kendini doğru olarak benim sayemde taşıyan, yalandan başka bir şey olmasa da… …yazıyorum.”
Doğru kavramını nasıl anlıyor ki yazmaya başladığımız anda her şeyin yalan olduğunu söyleyebiliyor? Üzerinde ancak derin düşündüğüm zaman onu anladığımı sanıyorum. İnsan anlatmaya veya yazmaya başladığı anda yalan söylemeye başlamıştır. Akıl ve duygular, yaşananlardan sonra çalışmaya başladığında bu kaçınılmazdır.
Stoa felsefesinde iki yargı kavramı üzerinden bu konuyu tekrar düşünelim. Birinci yargı: Bedeninden, algılarından gelen duygunun kendin için yanlış veya doğru olduğuna karar vermek. İkinci yargı: Bu duyguyla ne yapacağına karar verip bunu uygulamak. Akıl ancak uygulamaya başladığın anda devreye girecek ve açıklamalar yapacaktır. O halde Thomas Bernhard’ın deyimiyle bu ‘yalan’ mıdır?
Bana düşündürdüklerine devam edersem, kelimeler betimlemeler bizi, yaşadıklarımızı ne kadar anlatabilir, ya da biz yazarken bunu ne kadar aktarabiliriz? Okuyucu bunu ne kadar anlayabilir? Bu soruları ilk defa ben sormuyorum. Dil ve anlatımla ilgilenen tüm felsefenin soruları bunlar. Üzerinden yıllar geçtikten sonra bir anı sizinle paylaşanları dinlediğinizde, yaşananlardan kalan izlerin farklı olduğunu fark etmişsinizdir. O zaman Thomas Bernhard’a göre bu da yalan olmaktadır. Hem sizin söyledikleriniz hem de diğerlerinin.
Bu noktada ‘yalan’a verdiğimiz olumsuz anlamı değiştirebiliriz, ancak çıkarcı amaçlarla söylenen yalanları olumladığım sanılmasın. Benim derdim, tutunacak dal olarak verdiğimiz anlamlar. Olduğu gibi, sorgulamadan kabul ettiklerimize itirazım. Bu kitabı okuyup bitirdiğimde benim için ‘yalan’ olumsuz değerini yitirdi. Sizlerle paylaşmak istediğim budur.
Kitabın sözlerinde yalanı, ‘gerçek değildir’ olarak anlıyorum. Bu bizi gerçek nedir sorusuna götürüyor ki yüzyıllardır bir felsefe sorusu olan bu soru, bu yazının ve yazarının konusu olamaz.
Yazarımız, kenar mahallede yaşayan insanlar üzerinden kendi varoluşunun anlamına gidiyor. Gözleyerek, iletişim kurarak vardığı düşünceleri ile değişimine bizi de tanık ediyor. En keyiflisi de kendini tanıyor.
Ele aldığım iki kavramı burada birleştirebilirim: Özgür düşünceli insanı, sorumluluğu ve varoluşunu anlamlandırması olarak düşünebiliriz. “Yararlı olmalısın” cümlesi üzerinde durması sorumluğunun farkındalığını, yazdıklarının gerçek olmadığını vurgulaması da kendi anlamını bize aktardığını belirtmektedir.
Necla Aytuna
Ağustos 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder