Fotoğraflarım

Fotoğraflarım
sevdiğim çiçek

8 Ekim 2017

Güve

Güve

Evde yalnız kalır kalmaz, telefonun fişini çekti. Aynı şeyleri duymak ve anlatmak istemiyordu. Düğün hediyesi gonglu saate baktı; sekiz gün önce, onu kaybettiği dakikada kendisi durdurmuştu. Eve gelen giden kimsenin onu yeniden çalıştırmamış olduğunu gördü. Sarkaç hareketsizdi. Saatli Maarif takvim yaprağı da o günü gösteriyordu.
Üstündekilerin hepsini çıkardı, çamaşır makinasına koydu. Pijamalarını giyip battaniyeyi arkasından sürüyerek salona getirdi, kanepeye yattı. Çok yorgundu, uyudu. Sabah olmadan uyanmıştı.
Kılını kıpırdatacak hali yoktu. Sanki tüm bedenini çelik halatlar sarmıştı; ağırlığını gittikçe artırıyordu. Kozasındaki güve gibiydi. Battaniyeye sarılmış, bacaklarını karnına çekmiş, elleri göğsünde kilitlenmişti, gözleri doğan güneşi seyrediyor, yatıyordu. 
Kalkıp ya perdeyi çekmeli ya da başka yere yatmalıydı. Ağlamaktan yorgun gözleri güneşe dayanamazdı. Kalkmak istemiyordu, başka çaresi yok muydu, yatma şeklini değiştirir, güneşe arkasını dönerdi. 
Aydınlığa dayanamayacaktı. Usulca kalktı, kalın perdeleri sıkıca kapattı. Tuvalete gitti. Ayakları geri geri gider gibi zorlukla mutfağa yürüdü. Bir elma, bıçak, tabak alıp salona geçti. Elmayı soyarken ağlama krizi tuttu. Hüngür hüngür ağlıyordu. Elmayı dilimledi; yavaş yavaş burnunu çekerek yedi. Elini yüzünü yıkadı. Battaniyeye sarılıp yastığı koynunda yattı, gözyaşları henüz tükenmemişti, süzülüyordu yanaklarından. Uyur uyanık, sürekli dönerek huzursuz saatler geçirdi. 
Kendini biraz daha iyi hissettiğinde, perdeleri ve pencereyi açtı. Henüz alacakaranlıktı. Kanepeye uzandı. Hareketsiz, doğmakta olan güneşi izlemeye başladı. 
Dünya sen hayata katılmasan da dönüyor. Kolum kanadım kırık, nasıl toparlanacağım?
Doğan güneşten medet umuyordu. Birazdan sıcaklığını pencereden ona iletecek, yaşam enerjisi verecekti. Önce aydınlığı gelmiş, ufuk çizgisinde sarı ışığı görünmüş, şimdi de turuncu bir tabak gibi yükseliyordu. Şimdiye kadar dikkatini çekmemişti ne kadar hızlı olup bitiyordu bunlar. Yaşam gibi.
Daha dün düğünü vardı sanki. Kızını doğurmuş hatta onu da evlendirmişti. Yıllar, aylar, günler geçmişti, acılı sevinçli...
Güneşin renk geçişlerini izliyordu, henüz gözlerini alacak beyaz parlaklığa erişmemişti. Karanlıktan aydınlığa geçişte kuş sesleri birdenbire nasıl başlamıştı. Koroyu yöneten şef güneşti. Ağaçların yapraklarını izlerken hafif bir rüzgar olduğunu anlıyordu, sabah serinliğini hissettirecek. Her gecenin ardından doğan güneş ne anlatıyordu?
Kırk yıllık hayat arkadaşım yok artık. Sevgimi, acımı, üzüntümü, hayatı kiminle paylaşacağım? Keşke önce ben...
Sırtüstü yattı, battaniyeyi düzeltti, kollarını yana uzattı. Tavanda bir güve vardı. Güveler durgun yüzeylerde kozalarını örüyor, orada büyüyordu. Kozasında duran zaman, çalışmaya başlamıştı artık...  Geçmişe takılı kalmamıştı. Uçup duvara konuşunu kıpırdamadan izledi. Güvelerden kurtulmak için eskileri, kullanılmayanları, aylardır dokunulmamışları evden uzaklaştırmalıydı. Bunlara nasıl gücü yetecekti?
Bir kadın sesi, nerden geliyor, yan komşu, uyanır uyanmaz televizyonu açmış. Yalnızlığını böyle mi unutuyor? Piyano sesi... Bak bu iyi geldi. Üst komşunun konservatuarda okuyan kızı, derse gitmeden çalışıyor.
Dizlerini karnına çekti; yanına döndü, kozanın içindeydi tekrar. Güneş yükselmiş. Artık gözüne gelmezdi ancak sıcak dokunuşunu bedeninde hissediyordu. Komşulardan, derinlerden gelen seslere kulaklarını tıkadı. Gözlerinin yavaşça kapanmasına izin verdi. Uyuyakalmıştı.
Uyandığında hava kararmaya başlamıştı. Güneş işini bitirmiş gidiyordu. Kanepeden zorlukla kalktı. Terliklerini ayağına geçirdi, yavaş adımlarla mutfağa gitti. Buzdolabındaki, komşuların getirdiği yemeklere baktı. Bir börek aldı, en büyük bardağı suyla doldurdu. Bu sefer oturdu kanepeye. Televizyonu açtı, bir film bulup izlemeye başladı. Gözleri yorulmalı ki tekrar uyuyabilsin. İkinci filmin sonunu göremedi.
Kanepede, kozasında kaç gün geçirdi bilmiyordu, saymayacaktı.
Şafak sökmeden uyandı. Gözlerini açar açmaz, tavanda güveleri gördü. Üçlenmişlerdi
Elimi uzatıp terliği alsam ve fırlatsam, isabet ettirir miyim? 
Tüm evi sarmadan bir şeyler yapmalıydı. 
Pencereye döndü güneşe bakıyordu. Dünyaya nasıl da sakınımsız her gün enerjisini veriyordu. Kendisine de... Silkinme zamanı gelmişti. Kalktı. Kahvaltılıkları çıkardı, çayı demledi. Pijamalarını çıkartıp kirliye attı. Duşa girdi, sıcak suyu açtı. Başından aşağıya akan suları seyretti bir süre. Sabunu aldı, lifi iyice köpürttü, yıkandı. Arındı. Onun en sevdiği elbisesini giydi. Saçlarını kuruttu. Ensesinde topladı. Evdeki pencereleri teker teker ardına kadar açtı. Kollarını havaya kaldırarak, temiz havayı burnundan derin derin içine çekti. Mutfak masasına oturup biraz peynir ve zeytinle çayını içti.
Bir bavul indirdi, yatağın üstüne koydu. Elbise dolabını açtı. Ağlayarak ceketlerini, gömleklerini, kravatları, kazakları çıkardı, katladı; kokladı, bavula yerleştirmeye başladı. Lacivert takımını kızının düğününde giymişti, ne kadar huzursuzdu o gece. Paylaşamıyordu belli ki... Klasik kız babası sendromu. Belki de istanbul’ a gidiyor olmalarından, kim bilir? 
Nasıl hemen alevlenirdi, keyfini kaçırırdı etrafının. Sürekli giydiği kazağı... Zor alırdı sırtından yıkamak için. Huysuz adamdı, hep kendi istediği olsun isterdi, çocuk gibiydi. Her şey onun isteklerine ayarlı, yeterki sinirlenmesin... Kırk yıl öyle böyle geçmişti. Onsuz hayatı oldukça sessiz mi olacaktı?
Güvelere yem olmadan işine yaracak birilerine vermek üzere, bavulla beraber günlerdir ilk defa evden çıktı.
Necla Antep Aytuna
Nisan 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder