https://fundadortkas.wordpress.com/2020/06/05/erkek-dedigin/
Kendi Kendine
Fotoğraflarım
sevdiğim çiçek
8 Haziran 2020
14 Ekim 2017
Felsefe: Büyük Bir şaka
"Badiou, Sokrates’in gençleri yoldan çıkarma girişiminin şanla şöhretle, parayla ve iktidarla bir ilişkisi olmadığını söylerken gençliğin iki temel düşmanından söz eder: Bunlardan ilki, anlık yaşama, gündelik olana kapılarak tüm anlamların yitirildiği bir tür nihilist evrene hapsolmak; ikincisiyse bunun tam tersine mevcut düzende sağlam bir yer kapma çabasıdır. Bunların her ikisi de, gençleri gerçek yaşamdan ve bu yaşamı kavramaktan uzaklaştıran sahte birer vahadır."
http://t24.com.tr/k24/yazi/felsefe-buyuk-bir-saka,1385
http://t24.com.tr/k24/yazi/felsefe-buyuk-bir-saka,1385
9 Ekim 2017
Klasikler neden okunmalı? - Calvino
"Zehir hazırlanırken Sokrates bir flüt parçası öğrenmeye çalışıyormuş. 'Bu ne işine yarayacak' diye sormuşlar. 'Ölmeden önce bu parçayı öğrenmeme,' diye yanıtlamış."
8 Ekim 2017
Geç mi Kaldım?
Geç mi Kaldım?
Geç kalmayı sevmiyorum. Çok katlı otopark tıklım tıklım. Her katta ‘dolu’ levhasıyla sinirleniyor, bir sonraki kata iniyorum. Nihayet arabamı park ettim. Camiye giden kestirme bir yol düşünüyorum. Karşımdaki bu kapı bana zaman kazandıracak. Kırmızı uzun kola basarak ve iterek ağır kapıyı açtım. İçeri girdim, tok sesli gürültüyle kapandı arkamdam. Merdivenleri, otomat düğmesini görebilmiştim. Bastım, tık yok... Zifiri karanlıktayım. Hayır, olamaz, bu tarafta açma kolu yok. Bu kapı kullanılmıyor, binanın diğer tarafına geçiş yok!
Bilmediğim bir yerde, karanlıkta öylece kalakaldım. Toz kokusu genzimde... Soğuk bir esinti var. Kapıyı yoklamaya devam eden ellerim buz kesti, ürperdim. Aklıma gelen tüm korku hikâyelerini uzaklaştırmaya çalışıyor, kapıyı yumrukluyor ve bağırıyorum. Nafile, en alt kattayım, görevliler dört kat yukarıda... Bir araba mı girdi otoparka? Gıcırtılı lastik sesi duyuyorum, kapıyı yumruklamaya yeniden başlıyorum. Dikkatlice dinlediğimde, bu kata inmediğini anladım. Evet, üst kata çıkabilsem belki sesimi duyurabilirim. Nasıl yürüyeceğim? Yaparsın. Kör olsaydın, nasıl yürürdüm diye denemedin mi çoğu kez. Gözlerini sımsıkı kapatıp cep telefonundan mesaj göndermeye çalışan sen değil misin... Cep telefonum!
Çantamdaki park fişinde telefon numarası var mıdır? Fişi bulup çıkarıyorum; ışık gitti, yeniden kapa-aç telefonunu. Neden yazmazlar numaralarını?
Acaba fareler basmıştır mıdır burayı, şimdiye kadar hiç ses duymadım. Bu kadar gürültü yapıyorum, onlar da korkmuştur. Hiç mi kullanılmıyor burası, neden yapmışlar bu kapıyı, bu merdivenleri... Belki kontrol ediliyordur. Kimbilir ne zaman? Bekleyecek miyim?
Cenazeye giderken ben de ölüme gidiyormuşum. Böyle ölmek istemiyorum. Şaşkın, nasıl ölmek istiyorsun? Yüreğimde bir sıkışma, midemde demir yumruk. Nefes alamıyorum, burun deliklerim büyüyor. Karanlık, bunlara sebep sensin. Sessizlikle beraber ne oyunlar oynuyorlar bana? Siyah, tüm ışıkları kendine çekiyor, yutuyor. Gözlerim gün ışığını görmeyince, neleri duyuyorum. Bedenimin bu kadar çok ses ürettiğini bilmezdim. Kulaklarımda ziller, kalbimde vurmalı çalgılar. Nefesim hızlandıkça beynimin içine doluyor... Zonklayan başım, tansiyonumun yükseldiğinin işareti. Su var mı yanımda? El yordamıyla arıyorum, dokunduklarımı anlıyor, tanıyorum: cüzdan, fişler, sigara, çakmak, mendil, onun anahtarı...
Dün akşamki kavgamız... Kapıyı çekip gitmeler... Şimdi ben burda böyle... Bilemeyecek onu anladığımı, affettiğimi, ne kadar sevdiğimi...
Telefonun ışığı merdivenleri görmeme yardım eder mi? Deniyorum. Elimle duvara dokunarak destek alsam, istemiyorum, kirli bir huzursuzluk var. Bu kadar tozda örümcekler, böcekler... Sola yanaşarak tırabzanları buldum, daha güvenilir ama pis. Tökezledim, sakın düşme. Hızlanan nefesimle bir süre durdum, soluklandım, tırabzanın desteğini içimde hissettim. Yavaş yavaş, ayaklarımı sürterek, dikkatlice bir kat çıkmayı başardım. Derin nefes alıyorum, sakinleşmeme yarar mı diye. Toz kokusu hâlâ azalmadı.
Önce belki bu kapıda kol vardır umudu... Boşa... Sesleri dinleyerek yumruklamaya, haykırmaya devam ediyorum. Yankılanan kendi sesimden başka ses duyamıyorum, bekliyorum sessizce, bir tepki? Yok. Endişeliyim. Yardım çağırsam... Kimi arayabilirim? Cenazeye kimler gelecekti? Bilmiyorum, şart mı yakında olmaları, bir arkadaşımı arasam uzakta da olsa, gelmez mi? Gelir, mutlaka gelir. Sakın şehir dışında olmasın! Boşuna telaşlanıyorsun, çıkacaksın buradan.
Bir kat daha çıkmalıyım, belki kol.. belki sesimi duyan biri... Cep telefonumun pili biterse yandım. Unutma çakmağın var, yedekte. Gözlerim alışıyor karanlığa. Artık simsiyah değil sanki. Temkinli, her basamağı ayaklarımla hissederek, kalbime aldırmadan ilerliyorum. İlk olarak kapıyı yoklama, yumruklar, yardım isteyen sesim...
Onu aramalıyım, konuşmalıyım.
Bu kadar kolay olmamalıydı: Sinirlenmek, kavga etmek, birbirini üzmek. Farklılıklarımızı anlamak hiç de zor değil! Nasıl da anlamsız bir tartışmaydı. Birbirimizi suçladık, birbirimizi dinlemeden... Sevgi köpüğüne kendini bırakmalı, bırakmayı öğrenmeli insan. Ölümü düşünmek bile yetiyor, yetiyor değerini anlamaya... Basıyorum telefonun tuşuna, hat yok.
Devam etmeliyim. Onu sevdiğimi söylemeden, karanlıklara bırakmayacağım kendimi. Kaç kat çıktım, birini daha çıkarsam görevlilerin yanına varacağım. Haydi gayret, az kaldı... Uzanıyorum. Kapı kolu! Çeviriyorum, açılıyor. Koşarak metalik, donuk, hareketsiz arabaların bulunduğu koridoru geçip çıkışa varıyorum.
Gün ışığı yüreğimi ferahlatıyor. Telefonum çalıyor... Ekranda onun ismi.
Yaşamı içimde hissediyorum.
Yenilendim.
Uzun yoldan cenazeye gidiyorum.
Necla A. Aytuna
Mart 2008
Ressamın Aşkı
Ressamın Aşkı
Bitmesini hiç istemiyordu.. Portreyle olan dansı devam etmeliydi... Büyüsünün tutsağı olmuştu.
Hülya kapıdan girdiği anda, zeytin karası gözleri ve onları iyice belirgenleştiren beyaz teni ressamın dikkatini çekmişti. Omuzlarını açıkta bırakan ancak ince belini ortaya çıkaran mavi tüllü, etekleri uzun ve kabarık elbisesini giymişti. Hiçbir mücevher takmamış olması, görüntüsünü durulaştırıyordu.
“Bu kuğu gibi uzun ve beyaz boynu ortaya çıkarmalıyım” diye düşündü. Hülya’ yı sandalyeye özenle oturttu; ışığı ona göre ayarladı.
Hafif bir tüy gibi yavaş, narin hareketleriyle, pembe dudaklarındaki tebessümü bozmadan denileni yapan Hülya, oldukça heyecanlıydı. Kızaran yanakları ve hızla çarpan kalbi çoşkusunun belirtileriydi.
Gün ışığının düşmesiyle gözlerindeki menevişlenmeyi farketti, çok etkilendi. Belki de çok genç olmasından kaynaklanan duru bakışları vardı. Kömür karası kıvırcık saçları masumiyetine yakışıyordu. Henüz aşkı, acıyı yaşamamış olduğu belli olan yuvarlak yüzünde, ince kaşları ve dudakları özenle çizilmiş gibiydi. Ne bakışında, ne duruşunda güzel kadın mağrurluğundan eser yoktu. Mütevazi gülüşüyle sarıp sarmalıyordu.
Hülya, çalışan ressamı profilden görüyordu. Düzgün kesilmiş sakallarını, pırıl pırıl kumral saçlarını ve zarif endamıyla sanatçı ruhunu yansıtan ela gözlerini, ona hissettirmeden inceliyordu. Kısa boylu sayılmazdı. Elleri, parmakları nasıl da güzeldi, ince ve uzun. Babasının çalışma odasında asılı, altın varaklı yağlı boya tablolardaki asillere benzetti onu, sanki yaşadığı dünyadan değildi.
Ressam, Paris de eğitimini tamamladıktan sonra birçok güzel kadın portresi yapmıştı. Ancak bu portreye çalışırken isimlendiremediği karmaşık duygular içindeydi. Tuvaldaki renkler anlatılamaz güzellikte ışıldıyordu. Hülya’ nın gözlerinde oluşan hareler yayılıyor, ressamı içine alıyor, kollarından fırçasına geçerek tuvale ulaşıyordu. Gülümseyişinden saçılan ışıklar kuşları kanatlandırıyor, kanatları ressamın yüreğine dokunuyor, fırça tutan elini uçuruyordu. Fırçasıyla sedef tenine dokunuyor, gül pembe dudakları okşuyor, gözlerindeki menevişlerle dans ediyor, kendinden geçiyordu. Resmine olan tutkusu her geçen dakika artıyor, tüm bedenini ele geçiyordu. Haz ve zevk dolu portreyi inceliyor, tüm hislerini, çoşkusunu tuvale yansıtıyordu.
Ressam tuvalden gözlerini alamıyordu: “Bu benim Şah Eserim olacak!..”
Gururluydu... Bu büyünün sürmesini istiyordu. Hülya, portresini her görmek istediğinde: “Henüz bitmedi..” diyordu, kibarca...
Büyünün, tutkunun tiryakisi olmuştu. Bu aylarca sürdü...
* * *
Güneşli bir sabah... Tuvaldeki renkler ışıltılar içinde..
Ressam hayranlıkla portreyi incelerken, artık resminin bittiğine karar verdi. Hiç sevinemedi...
“Şimdi, başka gözler onu görecek” diye düşündü.
Çılgına döndü...
Onun gönül gözüyle bakamayacak yabancı gözler, bu güzelliği anlayamayacaktı... “Hayır, olamaz, buna dayanamam!..”
Kendisi de aynı resmi tekrar yapamayacağına göre, en iyisi...
Birden bire, masada duran spatulayı aldı... Spatulayı kavrayan eli, senfoniyi bitiren maestro gibi çılgınca tuvalin üzerine indi.. Bir daha... Bir daha... Portre paramparçaydı...
Necla Antep Aytuna
3.12.2007
Kendime not: "Dorian Gray' in portresi" etkisinde deneme diyebiliriz.
Güve
Güve
Evde yalnız kalır kalmaz, telefonun fişini çekti. Aynı şeyleri duymak ve anlatmak istemiyordu. Düğün hediyesi gonglu saate baktı; sekiz gün önce, onu kaybettiği dakikada kendisi durdurmuştu. Eve gelen giden kimsenin onu yeniden çalıştırmamış olduğunu gördü. Sarkaç hareketsizdi. Saatli Maarif takvim yaprağı da o günü gösteriyordu.
Üstündekilerin hepsini çıkardı, çamaşır makinasına koydu. Pijamalarını giyip battaniyeyi arkasından sürüyerek salona getirdi, kanepeye yattı. Çok yorgundu, uyudu. Sabah olmadan uyanmıştı.
Kılını kıpırdatacak hali yoktu. Sanki tüm bedenini çelik halatlar sarmıştı; ağırlığını gittikçe artırıyordu. Kozasındaki güve gibiydi. Battaniyeye sarılmış, bacaklarını karnına çekmiş, elleri göğsünde kilitlenmişti, gözleri doğan güneşi seyrediyor, yatıyordu.
Kalkıp ya perdeyi çekmeli ya da başka yere yatmalıydı. Ağlamaktan yorgun gözleri güneşe dayanamazdı. Kalkmak istemiyordu, başka çaresi yok muydu, yatma şeklini değiştirir, güneşe arkasını dönerdi.
Aydınlığa dayanamayacaktı. Usulca kalktı, kalın perdeleri sıkıca kapattı. Tuvalete gitti. Ayakları geri geri gider gibi zorlukla mutfağa yürüdü. Bir elma, bıçak, tabak alıp salona geçti. Elmayı soyarken ağlama krizi tuttu. Hüngür hüngür ağlıyordu. Elmayı dilimledi; yavaş yavaş burnunu çekerek yedi. Elini yüzünü yıkadı. Battaniyeye sarılıp yastığı koynunda yattı, gözyaşları henüz tükenmemişti, süzülüyordu yanaklarından. Uyur uyanık, sürekli dönerek huzursuz saatler geçirdi.
Kendini biraz daha iyi hissettiğinde, perdeleri ve pencereyi açtı. Henüz alacakaranlıktı. Kanepeye uzandı. Hareketsiz, doğmakta olan güneşi izlemeye başladı.
Dünya sen hayata katılmasan da dönüyor. Kolum kanadım kırık, nasıl toparlanacağım?
Doğan güneşten medet umuyordu. Birazdan sıcaklığını pencereden ona iletecek, yaşam enerjisi verecekti. Önce aydınlığı gelmiş, ufuk çizgisinde sarı ışığı görünmüş, şimdi de turuncu bir tabak gibi yükseliyordu. Şimdiye kadar dikkatini çekmemişti ne kadar hızlı olup bitiyordu bunlar. Yaşam gibi.
Daha dün düğünü vardı sanki. Kızını doğurmuş hatta onu da evlendirmişti. Yıllar, aylar, günler geçmişti, acılı sevinçli...
Güneşin renk geçişlerini izliyordu, henüz gözlerini alacak beyaz parlaklığa erişmemişti. Karanlıktan aydınlığa geçişte kuş sesleri birdenbire nasıl başlamıştı. Koroyu yöneten şef güneşti. Ağaçların yapraklarını izlerken hafif bir rüzgar olduğunu anlıyordu, sabah serinliğini hissettirecek. Her gecenin ardından doğan güneş ne anlatıyordu?
Kırk yıllık hayat arkadaşım yok artık. Sevgimi, acımı, üzüntümü, hayatı kiminle paylaşacağım? Keşke önce ben...
Sırtüstü yattı, battaniyeyi düzeltti, kollarını yana uzattı. Tavanda bir güve vardı. Güveler durgun yüzeylerde kozalarını örüyor, orada büyüyordu. Kozasında duran zaman, çalışmaya başlamıştı artık... Geçmişe takılı kalmamıştı. Uçup duvara konuşunu kıpırdamadan izledi. Güvelerden kurtulmak için eskileri, kullanılmayanları, aylardır dokunulmamışları evden uzaklaştırmalıydı. Bunlara nasıl gücü yetecekti?
Bir kadın sesi, nerden geliyor, yan komşu, uyanır uyanmaz televizyonu açmış. Yalnızlığını böyle mi unutuyor? Piyano sesi... Bak bu iyi geldi. Üst komşunun konservatuarda okuyan kızı, derse gitmeden çalışıyor.
Dizlerini karnına çekti; yanına döndü, kozanın içindeydi tekrar. Güneş yükselmiş. Artık gözüne gelmezdi ancak sıcak dokunuşunu bedeninde hissediyordu. Komşulardan, derinlerden gelen seslere kulaklarını tıkadı. Gözlerinin yavaşça kapanmasına izin verdi. Uyuyakalmıştı.
Uyandığında hava kararmaya başlamıştı. Güneş işini bitirmiş gidiyordu. Kanepeden zorlukla kalktı. Terliklerini ayağına geçirdi, yavaş adımlarla mutfağa gitti. Buzdolabındaki, komşuların getirdiği yemeklere baktı. Bir börek aldı, en büyük bardağı suyla doldurdu. Bu sefer oturdu kanepeye. Televizyonu açtı, bir film bulup izlemeye başladı. Gözleri yorulmalı ki tekrar uyuyabilsin. İkinci filmin sonunu göremedi.
Kanepede, kozasında kaç gün geçirdi bilmiyordu, saymayacaktı.
Şafak sökmeden uyandı. Gözlerini açar açmaz, tavanda güveleri gördü. Üçlenmişlerdi.
Elimi uzatıp terliği alsam ve fırlatsam, isabet ettirir miyim?
Tüm evi sarmadan bir şeyler yapmalıydı.
Pencereye döndü güneşe bakıyordu. Dünyaya nasıl da sakınımsız her gün enerjisini veriyordu. Kendisine de... Silkinme zamanı gelmişti. Kalktı. Kahvaltılıkları çıkardı, çayı demledi. Pijamalarını çıkartıp kirliye attı. Duşa girdi, sıcak suyu açtı. Başından aşağıya akan suları seyretti bir süre. Sabunu aldı, lifi iyice köpürttü, yıkandı. Arındı. Onun en sevdiği elbisesini giydi. Saçlarını kuruttu. Ensesinde topladı. Evdeki pencereleri teker teker ardına kadar açtı. Kollarını havaya kaldırarak, temiz havayı burnundan derin derin içine çekti. Mutfak masasına oturup biraz peynir ve zeytinle çayını içti.
Bir bavul indirdi, yatağın üstüne koydu. Elbise dolabını açtı. Ağlayarak ceketlerini, gömleklerini, kravatları, kazakları çıkardı, katladı; kokladı, bavula yerleştirmeye başladı. Lacivert takımını kızının düğününde giymişti, ne kadar huzursuzdu o gece. Paylaşamıyordu belli ki... Klasik kız babası sendromu. Belki de istanbul’ a gidiyor olmalarından, kim bilir?
Nasıl hemen alevlenirdi, keyfini kaçırırdı etrafının. Sürekli giydiği kazağı... Zor alırdı sırtından yıkamak için. Huysuz adamdı, hep kendi istediği olsun isterdi, çocuk gibiydi. Her şey onun isteklerine ayarlı, yeterki sinirlenmesin... Kırk yıl öyle böyle geçmişti. Onsuz hayatı oldukça sessiz mi olacaktı?
Güvelere yem olmadan işine yaracak birilerine vermek üzere, bavulla beraber günlerdir ilk defa evden çıktı.
Necla Antep Aytuna
Nisan 2011
Mahzen - Bernhard
Yazar: Thomas Bernhard
Kitabı: Mahzen (bir vazgeçiş)
Kitabı okuduğumda ilgimi çeken iki kavram üzerinde düşünelim istedim:
1. Yararlı olmak: Yaşamımızda bizi alıp götüren, değişmemizi sağlayan olaylar, kişiler veya kitaplar olabilir. Bu kitapta yazarımızın da ustasının “yararlı olmalısın” cümlesinden çok etkilendiğini görüyoruz. Beni de etkiledi, bunun gençlerimize anahtar kelime olabileceğini düşündüm. Nereye çekilirse oraya giden, popüler kültürle savrulan gençlerimize… Kahramanımız (aynı zamanda yazar) lisede okumanın yararsızlığına inanmış ve okuldan ayrılıp çıraklık yapmak üzere varoşlarda bir gıda dükkânına gitmiştir. Ustasından duyduğu, onun için sihirli olan bu cümleyle kendi enerjisini kullanmaya, dükkâna gelen müşterilerle ilişkilerinde kendini ortaya koymaya başlamıştır. Kendimizi keşfetmemiz için böyle sihirli sözcüklere ihtiyacımız var mı? Eğer varsa, “yararlı olmak” varlığımızın onaylanması bağlamında oldukça güçlü bir deyiş.
2. Yazdıklarım yalan: “Yazılan, yazanın doğruluk arzusuna uyan ama doğru olmayan bir şeyi belirtir, çünkü doğru kesinlikle aktarılamaz... Doğruya sadık bir şeyler betimliyoruz... Yazdığım her şey, kendini doğru olarak benim sayemde taşıyan, yalandan başka bir şey olmasa da… …yazıyorum.”
Doğru kavramını nasıl anlıyor ki yazmaya başladığımız anda her şeyin yalan olduğunu söyleyebiliyor? Üzerinde ancak derin düşündüğüm zaman onu anladığımı sanıyorum. İnsan anlatmaya veya yazmaya başladığı anda yalan söylemeye başlamıştır. Akıl ve duygular, yaşananlardan sonra çalışmaya başladığında bu kaçınılmazdır.
Stoa felsefesinde iki yargı kavramı üzerinden bu konuyu tekrar düşünelim. Birinci yargı: Bedeninden, algılarından gelen duygunun kendin için yanlış veya doğru olduğuna karar vermek. İkinci yargı: Bu duyguyla ne yapacağına karar verip bunu uygulamak. Akıl ancak uygulamaya başladığın anda devreye girecek ve açıklamalar yapacaktır. O halde Thomas Bernhard’ın deyimiyle bu ‘yalan’ mıdır?
Bana düşündürdüklerine devam edersem, kelimeler betimlemeler bizi, yaşadıklarımızı ne kadar anlatabilir, ya da biz yazarken bunu ne kadar aktarabiliriz? Okuyucu bunu ne kadar anlayabilir? Bu soruları ilk defa ben sormuyorum. Dil ve anlatımla ilgilenen tüm felsefenin soruları bunlar. Üzerinden yıllar geçtikten sonra bir anı sizinle paylaşanları dinlediğinizde, yaşananlardan kalan izlerin farklı olduğunu fark etmişsinizdir. O zaman Thomas Bernhard’a göre bu da yalan olmaktadır. Hem sizin söyledikleriniz hem de diğerlerinin.
Bu noktada ‘yalan’a verdiğimiz olumsuz anlamı değiştirebiliriz, ancak çıkarcı amaçlarla söylenen yalanları olumladığım sanılmasın. Benim derdim, tutunacak dal olarak verdiğimiz anlamlar. Olduğu gibi, sorgulamadan kabul ettiklerimize itirazım. Bu kitabı okuyup bitirdiğimde benim için ‘yalan’ olumsuz değerini yitirdi. Sizlerle paylaşmak istediğim budur.
Kitabın sözlerinde yalanı, ‘gerçek değildir’ olarak anlıyorum. Bu bizi gerçek nedir sorusuna götürüyor ki yüzyıllardır bir felsefe sorusu olan bu soru, bu yazının ve yazarının konusu olamaz.
Yazarımız, kenar mahallede yaşayan insanlar üzerinden kendi varoluşunun anlamına gidiyor. Gözleyerek, iletişim kurarak vardığı düşünceleri ile değişimine bizi de tanık ediyor. En keyiflisi de kendini tanıyor.
Ele aldığım iki kavramı burada birleştirebilirim: Özgür düşünceli insanı, sorumluluğu ve varoluşunu anlamlandırması olarak düşünebiliriz. “Yararlı olmalısın” cümlesi üzerinde durması sorumluğunun farkındalığını, yazdıklarının gerçek olmadığını vurgulaması da kendi anlamını bize aktardığını belirtmektedir.
Necla Aytuna
Ağustos 2009
Rüzgara Bırakabilir misin Kendini?
Rüzgâra Bırakabilir Misin Kendini?
Montaigne okuyorum. Denemelerinden bazı cümleleri not alıyorum. Üzerinde düşündüğüm cümle: “Rotası olmayan gemiye hiçbir rüzgârın faydası olmaz.”
Bunun hikayesini yazacağım...
Balkonda baharın çiçek kokulu esintisini hissediyor içinde, ciğerlerinde, gönlünde... Yelkenli gibi götürdüğü yere gitmek istiyor, kontrolünde olmayan... Özgürlüğüne açılan kapıdan geçmeli... Kendini bırakmalı rüzgâra, savrulmalı ordan oraya...
Kapının örtülmesiyle uyandım. Gerinerek kalktım. Yatağın başucunda terliklerim, hazır ve nazır beni bekliyor. Şeker kavanozunu düzeltiyorum mutfakta, çayı koymadan önce. Duşa girdim. Bornozum üstümde saçlarımı havluyla iyice kuruladım ve arkaya tarayarak sıkı sıkı tokaladım. Yüz ve göz kremlerimi hafif hafif masajlarla sürüyorum her sabah olduğu gibi. Raftaki yerlerine koydum. Onun açık bıraktığı diş macununu, tıraş köpüğünü kapatıyorum. Havlusunu olması gerektiği gibi yeniden asıyorum. Klozeti kapatıp çorapları kirli torbasına koyuyorum. Gözüme takılmamaları için her şey yerli yerinde olmalı. Dağınıklıkta çalışamıyorum. Rahat şeyler giyeyim; bol bir kazak ve pantalon. Çarşafları çırptım, köşelerinden çekiştirerek pürüzsüz yaydım. Yatak örtüsünü örttüm... Mısır gevreği ve sütle kahvaltımı yapıp çayımla çalışma odama geçtim. Önce koltuğa oturdum ki gazetelere göz atayım. Sıkıcı, şiddet dolu sayfaları hızlıca çevirdim. Okuyacak fazla bir şey yok. Her birini düzgünce katlayıp sehpaya koydum.
Masamdayım. Hepsinin ucu açık kalemlerim ve kâğıtlarım sağ köşede, yerli yerinde. Yazdıklarımı basılı halde okumayı seviyorum. Klâsik. Ekranın başında dün gece yazdığım üç satıra bakıyorum, bakıyorum. Böyle bir özgürlük hikayesi yazmaya niye başladım ki?
Her şeyin kontrolünde olmasını isteyen ben, şimdi oturmuş bunu mu yazacağım?
Bu düşünceler çoşkuyla doldurdu yüreğini. Balkondan içeri girdi. Hemen sırt çantasını hazırlamaya başladı. Biriktirdiği nakit paraları, fotoğraf makinasını, şapkasını aldı. En rahat pantolununu ve üç tişört üst üste giyip kalınca uzun hırkasını da geçirdi sırtına. En sevdiği yöntemdi bu, lahana gibi giyinmek. Belirsiz, beklenmeyen hava şartlarına göre çıkarır veya tekrar giyersin. Yedek tişört, çorap ve çamaşırını, çakı, el feneri, iki konserve kutusu ve açacağını da ekledi çantasına. Evden çıkıp otobüs terminaline gitti. Vardığında panodaki şehir isimlerine şaşkın bakıyordu. En azından yönüne karar vermeliydi. Bahar günlerinde kuzey soğuktur, batıyı istemiyorum, ya doğu ya güney. Doğuya karar verdi. Hemen kalkacak bir otobüse biletini alıp koşarak perona gitti.
Plansız programsız hem de nereye gideceğini bilmeden yola çıkmak, asla yapamam bunu. Başka dünyalarda olmak, onu hayal etmek. İşte bunun için yazıyorum. Yazarak düşünmek istiyorum.
Yanında oturan yaşlıca ve kilolu bir kadın hemen sohbete girmişti, daha doğrusu konuşmaya... Sürekli anlatıyordu, oğlunu, gelinini, kızını, komşularını... Bu kadar mı dili şişmiş, bu kadar mı yalnız, diye düşündü. Cümlelerinden yalnız yaşamadığını anladı, iyice şaşırdı. Konuşmayı seven biriydi demek ki; kendinin aksine. Kadın anlatıyor, arasıra kafasını sallıyor ama onu dinlemiyordu. Bir süre sonra uyuyacağını hayal ediyordu.
Kulaklıklarımı takıp kitabımı elime aldığımda ister istemez susar. Ben olsam böyle yapardım.
Düşündüğü gibi de oldu. Hırkasını çıkarıp boynuna destek yaptı ve gözlerini kapattı. Rahat ve derin olmasa da uyumuştu. Sabahın ilk ışıklarıyla son durağa geldiler. Kadının inmesine yardımcı oldu. Israrla evine çağırıyordu. Rüzgâr bu tarafa çekiyor, diye düşündü. Kabul etti, damadı karşılamaya gelmişti.
Aman, aman... Doğunun bir şehrinde tanımadığım bir kadının evine gideceğim, olacak şey değil, ne oturabilirim, ne bir şey yiyebilirim... Nasıl döşenmiştir, temiz midir, hangi bezle nereyi silmişlerdir, kabus gibi.
Sedirlerin, dantelli örtülerle süslenmiş sert minderlerin olduğu genişçe bir salona buyur ettiler. Köşede iki yer sofrasından nefis kokular geliyordu. Oldukça kalabalık bir aile olduğu anlaşılıyordu. Banyoyu sordu, yeşil, zeytinyağlı sabunla elini yüzünü yıkadı. Kapı tıklatılıyordu, açtı, kapkara gözlü küçük bir kız çocuğu ona havlu getirmişti. Gülümseyerek aldı, kurulandı. Sedirde ayaklarını uzatıp oturarak dışardaki büyük bahçeyi izlemeye başladı. Evde diğer yaşayanlar, dört çocuk, iki genç kadın ve iki erkek geldi. Her biri hafifçe başlarını eğerek sağ elleri göğüslerinde “hoşgeldiniz” demişti. Çocuklar ve kadınlar ikinci sofraya yönlendi. Onları izledi önce. Erkekler bağdaş kurup oturmuştu. Kadınlar iki dizini aynı tarafa kıvırdı, sofranın altındaki örtüyü dizlerine çekti. Bağdaş kurmayı tercih etti. Bakır taslara kırmızı domates, yemyeşil sivri biberler, sütlü kaymak, bal ve peynirler konulmuştu.
Masa sandalye icadı oraya ulaşmamış. Hiç sağlıklı değil. Eller aynı kaba uzanacak, herkes ortadan yiyecek... Kesinlikle evdekiler aynı anda hastalanıyordur.
Yine sürekli hanımağa konuşuyordu, artık emir cümleleri kullanmaya başlamıştı. Mis gibi bazlama içine tereyağ ve tulum peyniri koyup afiyetle yedi. Çayını içerken meraklı bakışları, soruları yanıtladı. Adının Zeynep olduğunu söyledi, fotoğraf merakını anlattı. Okuduğu bölümü hiç duymamışlardı, açıklamaya çalıştı. Kızı ve oğluyla hep beraber bu konakta oturulduğunu, baba mesleğine devam edildiğini öğrendi. Sofranın altındaki örtünün üretildiği dokuma tezgâhlarının bulunduğu fabrikayı görmek istedi. Kahvaltıdan sonra evin erkekleriyle gitti. Bu tozlu ortamda nasıl çalışıyorlardı? Ayrılmadan önce en beğendiği renkte bir örtü hediye edildi. Severek kabul etti. Yolu sorup müzeye gitmek üzere çıktı. İki katlı beyaz boyalı, ahşap kirişleri bulunan eski bir konak müze yapılmıştı. Büyük değildi. İnceleyeceği fazla obje olmadığını gördü. Benzeri bir çok evin önünden geçerek hanımağanın evini kolayca buldu. Elini öptü. Teşekkür etti. Sırt çantasını alıp tekrar yollara düştü. Sokaklarda yürürken, esnaflarla sohbet ederken ve şehir tanıtım kitapçığından öğrenmişti, yakında bulunan gölü... Görmeye gidecekti.
Bu hikaye nereye gidiyor? Sonunu düşünmelisin, kahramanın gibi olma. Gölde bir ceset görsün, polisler gelsin, derdini anlatamasın, üstüne kalsın... Ya da yatacak kapalı bir yer yokmuş, açık havada geceyi geçirsin, acaip sesler duysun... Biriyle tanışsın, yola beraber devam etsinler... Eve geri dönsün... Başka, başka... Basmakalıp olmayan... Kalktım, odayı adımlıyor, düşünüyorum. Ara vermeye karar verdim. Mutfağa gidip kendime bir kahve yaptım, salona geçtim. Mozart dinleyeceğim, matematiksel ritmi zihnimi açar. Hikayeyi düşünmemeye çalışıyorum, ancak mümkün değil. Kendini onun yerine koymalısın. Nasıl bir kadın bu? Geçmişi ne? Maceraperest mi? Neden birdenbire karar verip attı kendini sokaklara? Kaçıyor mu geçmişinden, yaptığı hatalardan? Dışarda ne bulabilir ki?
Bundan sonra ne olacak ki yazmama değsin? Vazgeçeyim, bir kenara koyayım bu taslağı...
Ya da geçeyim tekrar başına, Zeynep neler yazdıracak bana görelim.
Şehirden uzaklaştıkça ağaçlar artıyordu. Yeşilin tonlarını gördükçe ferahlıyordu. Acele etmeden otların arasındaki çeşit çeşit çiçeklere, mantarlara bakıyor, fotoğraflarını çekiyor, bayırı tırmanıyordu. Terlemeye başlamış, önce hırkasını beline bağlamış sonra tişörtleri teke indirmişti. En tepeye vardığından bir taşın üzerine oturdu, su içti. Şehri izledi bir süre. Arkasındaki göl manzarasına döndü. Nasıl bir renkti bu? Mavi değil yeşil değil... Ağaçlar seyrekleşmiş göle yer açmışlardı sanki. Eğimin az olduğu rotayı çizdi kafasında. Kâh koşarak, kâh dikkatli yavaş küçük adımlarla sıkıca yan yan basarak indiğinde güneş tepelerin arkasına geçmişti. Suyunu içip çimlere sırtüstü yattı. Sessizliği dinliyordu. Uzun zamandır düşünmek istemedikleri, son patırtılı konuşmaları düştü aklına. Kalkıp oturdu göle girsem mi, dedi... Günlerce belki aylarca gözleri buluşmuştu. Son sınıf gezisinde, böyle yemyeşil kırlarda saklambaç oynarken elini tutmuştu. Aynı üniversitede okumaya karar vermişlerdi. İki sene süren güzel günler, kıskançlık nöbetleri ve gelecek planlarının farklılığıyla sonlanmıştı. Kapıyı çarpıp gittiğinde günler boyu evden çıkmadan ağlamış, ilaçlarla uyuyabilmişti. Bir süre uzaklaşmak istediğinden bu dönem eğitimini dondurmuştu.
Ben de hikayeyi yazmaya burada başladım.
Bunları yeniden düşünürken sakinliği ona olgunlaştığını söylüyordu. Doğayla başbaşa olmak... Onun dinginliğinden öğrenecekleri vardı. Hiç zorlama yok, boynunu uzatıveriyordu şu çiçek... Oradaki ağaca bak, nasıl da gövdesi eğrilmiş ama yaşamaya devam ediyor, yaprakları yemyeşil. Eğilmesine sebep olan her neyse o yok görünürlerde, onun hayatında...
Şehre döndü, düşüncelerini ve gezi notlarını yazmak için bir defter aldı. Kendine uygun fiyatlı otel buldu. Doğada başıboş gezinmeye karar vermişti. Yarın başka bir şehir, başka bir göl, nehir... Yanındaki parası bitene kadar... Otostopla geceleri yolculuk ederse daha uzun zaman yollarda olabilirdi. Ertesi akşam şehirlerarası yolun kenarında, başında şapkasını iyice geçirmiş, sağ kolu yana açık bekliyordu. Kırmızı bir kamyon durdu. Beyaz saçlı pos bıyıklı şöför babacan göründü ona. Kapı kolundan kendini yukarı çekerek bindi. Sırt çantasını sol yanına koydu, yüzüne bakarak “sağ olun” dedi. Şöför ise başını sallamakla yetindi.
Tacizci midir, manyak mıdır diye düşünmeden ilk durana hem de kamyona bindi. Her şey olabilir, gazetelerde neler okuyoruz. Üçüncü sayfalardan kesip biriktirdiğim küpürler geliyor gözümün önüne.
Dikiz aynasında nazar boncuğu, vites kolunda tespih asılıydı. Koltuğuna kilim sermişti. Muhtemelen çocuklarının resmiydi, güneşliğe sıkıştırılmıştı. Türküler çalıyordu radyoda. Uzun yol şöförlerinin eviydi bu küçük alan. Pek konuşkan olmaması hoşuna gitti.
Kamyonun durmasıyla uyandı, sarı ışıklar içinde bir tesisteydiler. “Yemek yiyip dinleneceğim, sen de in.” dedi. Tuvaletten sonra girdiği lokantada, kapıdan girene bakan yorgun ve meraklı erkek gözlerle karşılaştı. Bindiği kamyonun şöförünün el etmesiyle, kaldıkları yere geri döndüler; kimi sigara ve çay içmeye, kimi çorbasını kaşıklamaya... Oturdu, önüne gelenleri iştahla yedi.
Filmlerde görmüştüm, kamyoncuların dinlenme alanlarını. Bırak tuvaletini kullanmayı kapısından bile giremem. Kesin kusarım. Steril ortamlarda yaşayabiliyorum.
Masada konuşulanları dinliyordu. Parasızlık, ev özlemi kokuyordu kelimeler... Çocukların okulları, anne babanın sağlığı... Loto devretmiş, tuttuğu takım yine yenilmiş. Çaylar geldiğinde birer sigara tellendirildi. Tokluğun verdiği keyif yayılmıştı yüzlerine, kırışıklıkları derinleştiren. Hüzünlü geldi bu gülümseyen yüzler ona, yorgun, omuzlar öne eğik. Dişler sararmış, hatta bazıları eksik... Yoksulluğu iliklerine kadar hissetti. Hiç isyankâr halleri yoktu, kabulleniş mi, kadercilik mi? Dedesinin dediği gibi, yuvarlanıp gidiyorlardı.
- Kızım, nerden gelip nereye gidiyorsun?
- Dolaşıyorum.
- Gençlerde yeni moda mı bu?
- Modasını bilmem. Fotoğraf çekmek, doğada yürümek hoşuma gidiyor...
- Korkmuyor musun kız başına, yalnız?
- Neden korkacağım?
- Yiğitsin anlaşılan... Yolum uzun, Van’ a kadar gidiyorum.
- Sabah vardığımız yerde ineceğim.
- Yokuş aşağı inerken vitesi boşa alıp bırakırım... Amma velakin yol bellidir. Senin yolun yok be kızım... Rüzgâra kaptırmışın kendini...
Gülümseyerek “evet” dedi.
Yaşayarak öğrenmeye devam edecek. Sorgulama yok, sınırlama yok, sorumsuzca... Bana hiç benzemiyor bu Zeynep.
Necla Antep Aytuna
Mayıs 2008
14 Ağustos 2017
Kendime notlar
http://sabitfikir.com/haber/hugo-odulleri-sahiplerini-buldu-0
http://egoistokur.com/cizgi-romanla-roman-arasinda-fark-goremiyorum/
Prof. Ahmet İnam ile Nietzsche - Tragedya' nın Doğuşu ders videoları burada:
https://www.youtube.com/watch?v=cvHdic0DNis
http://egoistokur.com/cizgi-romanla-roman-arasinda-fark-goremiyorum/
Prof. Ahmet İnam ile Nietzsche - Tragedya' nın Doğuşu ders videoları burada:
https://www.youtube.com/watch?v=cvHdic0DNis
10 Ağustos 2017
3 Ağustos 2017
Sağır Sessizlik
Sağır Sessizlik
Sessizlik... Nasıl olabilir bu kadar derin sessizlik... Hissetmeye çalışıyorum kulaklarımda tıkaç mı var, kulaklık mı? Derin denizdeyim. Aşağı, yukarı sadece mavi... Derin mavi... Görebiliyor hiç bir şey duymuyorum. Maviyle sarmalanmış asılı kalmışım, hiç bir bağlantı ve ses olmaksızın... Huzur mavisiyle sarılı bedenimde, sağır sessizliğin tedirginliğini hissediyorum.
Yavaş yavaş dağılan sisin içinden çıkıveriyor oğlum. Bana gülümsüyor, dudakları kıpırdıyor, duymuyorum, ne diyorsun diye soramıyorum. Elimi uzatıp kendime çekemiyorum, sıcacık sarılamıyorum. Vedalaşmaları sevmiyorum.
Hafifçe sallanarak ufka uzanan denizi seyrediyorum. Yalnızlığımı yaşıyorum, yüreğim kıpır kıpır, mavi yolculuktayız. Yıldızların altında güvertede uyuyorum, sevgi doluyor bedenime. Hâlâ uyuyorum, uyanamıyorum... Göz kapaklarım ağırlaşmış, açılmıyor.
Ofisin kapısı açılıyor, omuzları çökük babam girdi. Gözleri dolu dolu. Yığıldı masamın yanındaki koltuğa. Hava kararmaya başlıyor, yağmur yüklü kara bulutlar sardı etrafı. Şimşekler çakarken yanımda yatıyor babam, komada.
Kıpırdayamıyorum... Kollarım bedenimin yanında biliyorum ama çok ağır; ya bacaklarım? Benimle, farkındayım. Üstüme tonlarca ağırlıkta külçe çökmüş, kaldıramıyorum.
Yeşilliklerde koşuyorum, salıncaklar var, koyunlar etrafa dağılmış, düştüm, ağlıyorum... Okuduğum kitaptan kafamı kaldırdığımda görüyorum kalabalığı. Çınar ağacı gölgesinde oturuyorum etrafda bir telaş, sofralar hazırlanıyor. Örtüler seriliyor, tabaklar, bardaklar, çatallar diziliyor. Kuzunun çevrildiği ateşi izlerken dalıyorum derinlere, sessizliğin içine. Gücüm yetmiyor çıkmaya girdaptan, dönerek uzaklaşan hortumla beraber yükseliyorum.
Kuşbakışı izliyorum olayları. İçindeyim hem uzaktayım. Camlı vitrinden annem, kardeşlerim el sallıyor... Düğün var, damadı masaya çıkarmışlar, dans eden arkadaşlarım. Doğum sancısı çekiyorum. El sıkışmalar, tebrikler, kutlamalar, gülümseyen yüzler, şık giysiler, parlak ayakkabılar, hediye paketleri, bukle bukle kurdelâlar ellerime, yüzüme dolanıyor. Renkler uçuşuyor: Mavi, yeşil, kırmızı, beyaz. Şampanyalar patlıyor, köpükler kabarıyor, kabarıyor, kayboluyorum içinde...
Kadehin camında ağlayan yüzüm çok büyük. Gözlerim kızarmış, büyüdükçe büyüyor. Dumanların arasındayım. Balkonda sigaramı içiyorum. Dolunayı görüyorum, yaklaşıyor, ışığı büyüyor, parlaklığı gözlerimi karartıyor. Karanlık bir yerdeyim, bildiğim bir oda değil, hiç ışık yok, zifiri, sessiz, ürperdim.
Duyuyorum: Mekanik ritmik sesler, hafif ayak sesleri koridorda.
Gözlerimi açabildim: Buz beyazı bir odadayım.
Kolumda hortumlar, iğneler, bedenimde birçok kablo. Gülümseyen hemşire, yanımda.
Başlarken...
Kendi kendime kafamda düşüneceğime yazarak düşüneyim, yazdıklarıma dönüp bakayım, diye... Belki okuyanım olur, belki yorum, kritik, eleştiriler olur böylece yeniden düşünme olanakları doğar, umuduyla...
Bu düşüncelerle blogumu açtım, bakalım görelim neler olacak...
Bu düşüncelerle blogumu açtım, bakalım görelim neler olacak...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)